Söyleşi: Ani İPEKKAYA
Söyleşi: Ani İPEKKAYA
Söyleşi: Ani İpekkaya
Gerçekleştirenler: Kerem Kalkan & Esra Ülkar
Fotoğraflar: Soner Gül
Para Sıkıntısı Çekmeye Başlayınca Seslendirme Yapmaya Başladım
Trt radyo tiyatrosu döneminin usta isimlerinden, Muppet Show’da Miss Piggy’e sesiyle hayat
vermiş, Keşanlı Ali Destanı’nda Madal Olga karakterine kattığı yorumla akıllarda yer etmiş
on parmağında on marifet olan bir isimdir Ani İpekkaya. Tiyatro, sinema ve seslendirme
sanatçısı Ani İpekkaya ile tiyatro yaşamı, televizyon günleri ve radyo macerası ile ilgili anıları
üzerine keyifli sohbet gerçekleştirdik.
Kerem: Sanat yaşamınızdan kısaca bahseder misiniz?
Tam anlamıyla tiyatro kökenli bir sanatçıyım. Çünkü altı yıl konservatuar okudum.
Konservatuara giriş ve çıkışımda ‘üstün başarı’ denirdi o zaman, yani iyi derecelerin de
üstünde bir dereceyle girdim ve mezun oldum. Her şeyi hocalarıma borçluyum, özellikle
bunun altını çizmek istiyorum; Ercüment Behzat Lav, Melih Cevdet Anday onlar bizim çok
değerli hocalarımızdı. Ercüment Behzat Lav tiyatro ve diksiyon hocamızdı, Melih Cevdet
Hoca’da aynı şekilde diksiyon ve fonetik verirdi. Ayrıca Samih Nafiz Tansu mitoloji dersi
verirdi, Seyit Mısırlı eskrim dersi verirdi bize ve ben Seyit Hoca’nın gözdesiydim. Hatta bir
yıl da onun asistanı olarak kaldım tiyatro bölümünde çünkü babamın izin vereceğini hiç
sanmıyordum. Fakat sonra o kadar iyi derecelerde bitirdim ve mezuniyetime kadar zaten genç
oyuncularla çalıştım bu çok önemliydi. Atilla Alpöge ile mesela, hatta onun bir kitabı vardır:
‘Hayat Ağacında Tavus Kuşları, Genç Oyuncular’ Ergun Köknar, Çetin İpekkaya, Genco
Erkal, Çiğdem Selışık şimdi tiyatro yapmayan Amerika’da pek çok arkadaşımız Manfred
Korfman, Esen Kolgu, vefat eden arkadaşlarımızda oldu. Bu genç oyuncular grubu bence
amatör gruplar içerisinde Türk Tiyatrosunun altın amatör grubuydu. Bir kere çok entellektüel,
kültürlü insanlardı. Onların yaptıkları tercümeler; örneğin Eugene Ionescu’yu Türkiye’ye
onlar tanıttılar. ‘İskemleler’ ve ‘Ders’ oyunlarını onlar tercüme ettiler. Hatta ‘İskemleler’ ve
‘Ders’ oyunlarını Erdek Şenlikleri’nde oynadılar. Sonra Yıldız Kenter Tiyatrosu ‘İskemleler’
ve ‘Ders’i onların tercümesiyle oynadı. Yani çok değerli isimlerdi, zaten kalan isimlerden de
belli, başında Genco var mesela. Çetin İpekkaya var, benim ayrıldığım eşim. Dolayısıyla
amatörlük yıllarımda da çok faydalı çalışmalar yaptık. Araştırmacı tiyatroyu hep inceliyorduk.
Mesela ben George Buchner’in ‘Woyzeck’ oyununu oynadım. Mary’i ben, Woyzeck’i Ergun
Köknar oynamıştı. Farklı bir anlayış getirmek istediler. O zamanlar ben çok ince bir insandım
onaltı yaşında mıydım, öyle bir şeydi. Ergun da oldukça kilolu 120 kilo falan. Halbuki aslında
Woyzeck oldukça çelimsiz bir karakterdi. Ama onun tersini düşündüler, Atilla Alpöge
sahneye koymuştu ve ilk defa şöyle bir mizansen denendi: Sahnede siyah bir fon perdesi ve
önünde iki tane iskemle. İskemleleri dekor olarak kullandık. Kiminde oturuluyordu, kiminde
yatılıyordu, kiminde çağlayan olarak kullanılıyordu. Beni boğma sahnesi vardı Woyzeck’in,
Arnavut kız kolejinde oynarken oranın yerleri o zaman taştı. Benimde çok uzundu saçlarım o
zaman, saçlarımı eline doladı kafamı öyle bir vuruyordu ki yere.. Herkes önde dizili; bütün
oyuncular seyircinin karşısında, fon perdesinin önünde. Sahnesi gelen öne çıkıyor, bir saniye
içinde adapte oluyor ve oyununu oynuyor. Fakat o sırada Atilla Alpöge demiş ki “Ergun
Ani’yi öldürüyor. Beyin kanaması olacak” kafama vura vura, neyse öyle bir şey olmadı. Fakat
tabii deneysel olarak çok araştırmacı ve tiyatronun ben ayrıca da deneysel olmasına da çok inanırım.
Çünkü deneysel olmayan tiyatro yerinde sayar, ilerleyemez, açılamaz ve yenilikçi
olmadığı sürece de bayatlar kendi kendini tekrar eder. Bütün üsluplarında bu böyledir. Onun
için hiç kuşkusuz, rahmetli Beklan Algan’ı da burada anıyorum. Deneysel tiyatroya o çok
inanırdı. Birlikte onunla Bertolt Brecht’i çalışmıştık; ‘Cesaret Ana ve Çocukları’ oyununu..
Deneysel tiyatronun gerçekte amacı; tiyatroyu ölümsüzlüğe kadar yaşatmak. Yani hep
yaşatmak tiyatroyu. Bu da pekçok şey katıyor tabi tiyatro sanatına. Çünkü araştırmacı
olduğunuz zaman yaratıcı da oluyorsunuz. Konservatuar eğitimi yanında bugünki bütün
bilgimi; konuşma, sahnede durma, her şeyi rahmetli hocam Ercüment Behzat Lav’a
borçluyorum. Onu hayırla yad ediyorum. Eşi bulunmaz bir insandı. Böylelikle onları rahmetle
yad ediyorum. Herşeyimi onlara borçlu olduğumu tekrar ediyorum. Konservatuardan mezun
olduktan sonra çalışmama kararı almışken, Lale Oraloğlu beni yakaladı bırakmadı, babamdan
zorla izin aldılar. Babam beni Bakırköy’den Tünel’e götürüp getiriyordu.
O zamanın önemli yazarları mesela Sabri Esat Siyavuşgil Fransız Edebiyatı tercümeleri vardı.
Ondan sonra Refii Cevat Ulunay vardı, siz belki bilmezsiniz Milliyet’te yazardı, Vedat Nedim
Tör, bunlar beni göklere çıkardılar. Allah’tan o gazete küpürleri duruyor, kimse inanmazsa
gösteririm(Gülüyor) O parlayışla profesyonel hayata devam ettim. Dört sene özel tiyatro
yaptım. Sonra Şehir Tiyatrolarına geçtim. Şehir Tiyatrolarında repertuar tiyatrosu yapıyoruz,
bir tiyatroda Pierre Beaumarchais’in ‘Figaro’nun Düğünü’ oyununu oynuyoruz, öbür tarafta
Orta Anadolu köylüsünü oynuyorum. Şalvarlı yaşmaklı filan, diyalektiğiyle ama öbür tarafta
da bir prenses.. Resim olsa göstersem inanılmaz çelişkili.. Bunlar bir ay içerisinde oluyor.
Böyle bir oyuncu olunca, her rejisör sezon açılışında benim adımı listesine koyuyor. Böyle
böyle ben çok çalıştım, çok yıprandım, çok değişik roller oynadım. O değişik rolleri
oynayabildiğim, o sesleri yakalayabildiğim, o diksiyonlarda oynayabildiğim için tabii bunları
Ercüment Behzat Lav’a borçluyum. Tabi ki her rejisör ‘illa Ani olsun, Ani olsun’ diyorlardı.
Hatta en sonunda artık tırlatma durumuna gelmiştim, Gencay Gürün Hanım’a dedim ki,
Gencay Hanım ben artık götüremiyorum, bana biraz müsade verin. “Ne yapayım Aniciğim üç
dört rejisör senin adını listesine almış. Birinden birine seni vermeye mecburum” dedi.
O sene de Engin Uludağ sağolsun, “Aniciğim bu sene başlangıçta seni rahat bıracakağız. Sen
otur, genel kurul yapılıyor 1 Ekim’de sahne açacağız” Aaa aşağı indim bir de baktım ki yine
distribüsyonda adım var. Yani gene muvaffak olamadım. Bu şekilde Şehir Tiyatrolarında çok
yoğun repertuarlı dağarcığım oldu. Gurur verici işlerim de oldu. Mesela demin söylediğim
gibi Beklan Algan’la Bertolt Brecht’in ‘Cesaret Ana ve Çocukları’ oyununu, ki dört saat yirmi
dakika sürüyordu. Tepebaşı deneme sahnesinde bütün bir sezon oynadık. Bir hafta on gün gibi
geç açtık. Her zaman 1 Ekim’de açılır biz biraz geç açtık. 15 Mayıs’a kadar oynadık, 18
Mayıs’a kadar da üç gün üç gece sahnede yattım. Televizyona çıktı çünkü, halen Trt’nin
arşivinde mecvuttur. En azından o kaldı.. O arada Sam Shepard’ın ‘Aç Sınıfın Laneti’ diye
rahmetli Tunç Yalman’ın yönettiği oyunu oynadık. Türkiye’de yine bir ilkti. O oyunu
okumanızı dilerim, gerçekten olağanüstü bir oyun. Tunç Yalman sahneledi, Cüneyt Türel,
Arif Akkaya, Defne Halman ile birlikte oynadık. Çok güzel oyunlar oynadık. Özel
tiyatrolarda da mesela Arena’da ilk defa Alfred Jarry’nin absürd oyunu ‘Kral Übü’ ve ‘Zincire
Vurulmuş Übü’ ikisini birleştirerek rahmetli Asaf Çiğiltepe sahneye koymuştu; onu da bir
trafik kazasında kaybettik. O oyunla da Türkiye sarsıldı; biraz absürd ve anlaşılması tabi ki
zor, oraya gelen insanın oyunu okuyarak, bilerek geldiği zaman ona hitap edebileceği bir
oyundu. Fakat çok başarılı oldu, çok ses getirdi. Yani böyle bir takım ilkleri bana nasip oldu,
tiyatronun.. Gülriz Sururi tiyatrosunda Othello ile açtık. Orada Emilia’yı oynuyordum ben.
Oyunu seyretmeye Fransızlar gelmişti, Çetin İpekkaya’ya “Sizin madamınız, gerçek bir
drama sanatçısı, Fransa’da olsaydı” falan filan demişler. Allah’a şükrediyorum hiçbir
başarısızlığım olmadı. Köylü rollerinden Shakespeare’a kadar, Orta Anadolu, Ege
diyalektiğiyle bütün rollere imzamızı attık diyelim.
Kerem: Televizyon ve sinemaya geçiş nasıl oldu?
Şimdi efendim, dediğim gibi Şehir tiyatrolarında biraz da muhlis bir karaktere sahip olmakla,
herhalde her türlü rolü aşağı yukarı oynadığım için bana hiç fırsat tanımadılar. Sokağa dönüp
bakamadım ben. Sinemaya çok erken başlayacaktım o zaman evliydim, eşim engel oldu
istemedi. Daha sonraları birkaç tane benim için önemli ama rolleri pek önemli olmayan
filmler yaptım. Mesela Almanlarla müşterek Kış Çiçeği isminde bir
film yapıldı. O filmde buradan yolculuğa başlayıp
Almanya’ya torununu götüren bir büyükanneyi oynuyordum.
Bu sene yine gösterilmiş, ‘Türklerin Almanya’ya gidişinin 50.
yılı’ sebebiyle Berlin’de gösterilmiş. O filmdeki rolümle de
Altın Portakal’da yardımcı kadın oyuncu ödülüne aday oldum.
Sonra duydum ki yerimi ayırttılar, beni gönderecekler; “Aman
o kız tiyatrocu, biz bir sinemacı seçelim” demişler. Bunu da
bana söyleyen sinemacıydı. Benim yerime ismi lazım değil, bir sinemacıya ödül
vermişler. Ama o filmde oynadığım çok hoş bir roldü, hele hududu kaçak geçerken gerçekten
çok hoştu. Rahmetli Halit Refiğ’in yönetmenliğini yaptığı ‘Hanım’ filminde Yıldız Kenter ile
birlikte bir kompozisyon oynadım. Bir Ermeni kadını rolüydü, onu oynadım. Yusuf Kurçenli
ile iki tane film yaptım: Biri ‘Ve recep ve Zehra ve Ayşe’ diğeri de ‘Merdoğlu Ömer Bey’
Sinema filmleri olarak pek fazla kariyerim yok. Tiyatrodan fırsat bulamadığım için filmciler
biliyorsunuz yoğun çalışırlar, uzak yerlere giderler onun için benim öyle bir şansım tiyatro
nedeniyle olmadı. Ama televizyon çok yaptım. Yani 1982’de Trt ile başladık, daha Trt 2 vardı
siyah beyazdı. Tesadüfen Naci Çelik Berksoy istedi beni sonra rahmetli Nezihe Araz
Hanım’ın ‘Hanımlar Sizin İçin’ programlarıyla Trt’ye girdik, giriş o giriş oldu. Bütün
çalışmalar beş sene, beş buçuk sene... Bir de orada, gene benim için övünç kaynağı olan
‘Memleketimizden Kadın Manzaraları’ adıyla otuzdokuz bölüm bir dizi program çektik. Her
bölüm bir hikayeydi. Onu da Nezihe Hanım yazıyordu. O hafta gazetede hangi olay olmuşsa
ama kadınlarla ilgili zaten kadın problemleri üstüne eğilmiştir Nezihe Hanım. Hemen o
haberleri dramatize eder ve ben anında önüme gelen otuzdokuz kırk sayfalık ve genelde hep
ben oynuyordum o kadınları, öyle istemişti Nezihe Hanım. Her bölüm ayrı bir kadının
hikayesi. Bir tanesini anlatayım: Anadolu’nun çok ücra bir yerinde kadının biri verem oluyor.
Kocası da alıyor, sağlık ocağına geliyor. Doktor bakıyor kadının haline; “Bu kadın verem,
durumu fena... Hadi ben yirmidokuz liralık ilaç yazayım. Bunun yarısını biz versek, yarısını
sen ödeyeceksin” diyor. Kocası da düşünüyor; “O kadarını versem ben bunun yenisini alırım”
diyor. O anda karısının bakışı orada, hepsi büyülendiler, stop demiyor, kes demiyor Naci
diyemiyor ve oyun sürüyor çünkü, hiç laf yok. İnşallah onlar duruyordur. Kadının yüzünde
önce bir şoke oluş var, sonra öfke, sonra kendine acıma duygusu... Bunların hepsi doğal,
kendinden spontane geliyor oyuncuya ve nasıl böyle bir şey olur, kulaklarına inanamıyor ‘On
liralık ilaç parası vereceğime ben bunun yenisini alırım’ lafının öfkeyle karışık kederi... En
sonunda artık ben kestim, çocuklar yeter dedim. Şimdi bunlar çok güzel şeyler, yani ben bu
tarz oyunculuklar görmek istiyorum.
Kerem: Şimdi ki oyuncuları pek beğenmiyorsunuz galiba.
Beğendiklerim de oluyor ama popülist çalışmaları sevmiyorum. Yani, halkın hoşuna gitsin de
ne isterse olsun değil bu iş. Çünkü sanatçının görevi; halkı belli bir seviyeye çıkarmaktır. O
seviyeye çıkarmazsa, seyircide bulamaz. Çünkü devamlı halkın o günkü zevkini okşarsan, hep
o günde kalır. Sürekli, onu estetik olarak, düşünce olarak, sanat anlayışı olarak devamlı yukarı
çekmek zorundasın. Mesela görüyoruz yabancı filmlerde basit bir konuda üç tane oyuncu
oynuyor, fakat o kadar derinlik katılıyor ki o basit konuya, o oyuncuların oyunculuğunu
büyülenmiş gibi izliyorsunuz. Bizim dizilerde faraza o kadar çok konu
var ki arka arkaya her çeşit duygu sömürülerek o kadar fazla
üstüne gidiliyor ki, insan dejenere oluyor yani. Artık ne
üzülebiliyorsunuz ne başka bir şey yapabiliyorsunuz. Belki
ben öyleyim de halk bundan hoşlanıyor belki bilmiyorum.
Ondan da olsun, bu dramadan da olsun, ölüm de olsun, kaza da olsun, terk ediş olsun, vurmak
olsun. Bütün bunlar olunca, işin ana temasını, vermek istediğiniz sanatsal görüşünüzü,
hiçbirini aksettirememiş oluyor. Bir aksiyondur gidiyor. Konu bulmak kolay, istediğin kadar
doldur.
Kerem: Seyircinin yüzde sekseni içi kaldırmasa da yine izlemeye devam ediyor.
Yani hastanelerde beklemeler, ağlamalar, inlemeler ne bileyim. Hoşlarına gittiği içinde zaten
tutuyor böyle diziler. Benim savım şu: Bir oyuncu seyircisine hizmet ederken en çok dikkat
edeceği şey; onu devamlı seviyesini yükselterek, düşünce ve estetik görüşünü yüceltecek
şekilde çalışmalıdır. Tabi ki sadece oyuncuyla olmaz, tiyatro bir kadro meselesidir. Rejisörü
var, dramaturgu var, yazarı var yazarı hayatta olan oyunları çok oynadık biz. Mesela
Sebahattin Kudret Aksal’ın ‘Kahvede Şenlik Var’ oyununu oynamıştım. Haldun Taner’in kaç
tane oyununu oynadım. Haldun Bey gelirdi: “Çocuklar ben bu sahneyi atıyorum. Yerine
başkasını yazıyorum” der, gece elimize verir, ertesi gün oynardık. Yani demek istediğim bu
benim savımı gerçekleştirebilmek için oyuncunun tek başına olması yetmez. Mutlaka rejisörü
olacak, kadrosu olacak; Bertolt Brecht’in kadrosu gibi müzisyeni olacak, dramaturgu
efendime söyleyim estetik yönetmeni olacak. Tabii böyle birş ey yok ama estetiği öne olan,
estetik dersiniz anestetik bir şey yaparsınız. Kadroyla birlikte çalışırsanız bu mümkündür. Bir
araya gelirsiniz kafa dengi insanlar; ‘bu oyun iyi değil ya da biz bu oyun nasıl iyileştirebilir’
Bunu müziğiyle, dekoratörüyle, dramaturguyla ve yazarıylr gerçekleştirmeniz mümkündür.
Her tekst oynanabilir bence ama onun derinliğine inerseniz, eğer hiç derinliği yoksa; artık
orasını bilemiyorum. Bazen tabi öyle eserlerde olabiliyor.
Esra: Seslendirme yapmaya ne zaman başladınız?
Eşimden ayrıldıktan sonra para sıkıntısı çekmeye başlayınca,
seslendirme yapmaya başladım. Trt’de çalıştım, mesela
Muppet Show’da Miss Piggy’yi ben seslendirirdim.
Esra: Filmi vizyona girerken, yine sizin seslendirmenizi isteyenler çoğunluktaymış.
Miss Piggy’yi Marilyn Monroe sesiyle oynardım. Rahmetli Sacide Keskin
yönetirdi. Çok çalıştım ama ondan sonra televizyon olunca, 1982’den sonra devamlı özel
televizyonlar tabii bunları yaptığımız sürece, tiyatroda gündüz bir prova iki oyun oluyordu.
İntikam alınıyordu, intikam değil de: “Sen dışarıda oynuyorsun, bunları da yapacaksın”
denirdi. Neler oynamadık ki? Çok hoş şeyler yaptık. Hanımlar sizin için programında
Anadolu’yu dolaştık. O yörelerin kültürel, lokal değerlerini öne çıkararak, dramalar yazılarak
onları gerçekleştirdik. O programda rahmetli Alev Sezer benim oğlumu oynardı, Nedret
Güvenç ile Mücap Ofluoğlu karı kocayı oynarlardı.
Esra: Seslendirme yaparken nelere özen gösteriyordunuz?
Seslendirme gerçekten çok özel bir sanat dalıdır. Bugünkü seslendirmelerin çoğunu
beğeniyorum. Karşınızda gördüğünüz karakteri, kendinize mal etmeden ama edermiş gibi
onun sesine, kulaklıklar var ya duyuyorsunuz orijinalde, eskiden çünkü okurduk gene de
okunuyor galiba; sanırım kulaklık sonradan geldi. Okuyarak siz onu seslendirirdiniz. Tabi
ki çok karakter konuşulduğu için seslendirmede, hepsinin
değişik olmasını sağlamak için sesinizle oynarsınız. O
karaktere hangisi uyuyorsa, yani nasıl uyuyorsa onu yapmaya
çalışırsınız, aslında kolay olmayan bir iş. Mesela Alev’den bahsettik;
sanki Alev’in sesi, Bruce Willis’in kendi sesiydi. Onun fizyonomisine oturmuştu, onun
gırtlağına oturtmuştu, onun karakterine, Bruce Willis’in o bezgin haline; Alev’de bezgindi her
zaman, o bezgin haliyle işte bakın o karaktere oturtmuştu. Kolay olmayan bir iş, iyi yapıldığı
zamanda ben onu sanat olarak görüyorum.
Esra: Daha çok çocuk izleyicilere hitap eden Muppet Show’da seslendirme yaptınız.
Nelere dikkat ettiniz?
Dünyada çok sevilen bir dizi olmuş, bizde de çok tutulmuştu. Tabii orada Miss Piggy yani çok
dişi bir karakterdi. İnce ve kıvrak sesiyle, hafif mahmurlu, nazlı yani onun sesini oturturken,
ben orada hiç zorlanmadım. Çocuklara hitap eden bir diziydi fakat büyüklerde çok fazla
izliyordu. Dediğim gibi Miss Piggy çok dişi bir rol o domuzcuk burnuyla falan ama sesiyle
çok kıvrak, nazlı ve işveli bir hali vardı. İşte onu da öyle yaptık. Yani çocuklarda, büyüklerde
seviyordu. Hiçbir tenkit gelmedi, çok uymuştu yani..
Esra: Trt seslendirmeciliği biraz da sizin seslendirmelerinizde sevilmiş.
Ben bilmiyordum. İnternetim de yok. Kızım Arzu Almanya’da yaşıyor o da söylüyor; “Anne
internete girince senin Keşanlı Ali Destanı’nda söylediğin Uygarlık/civilisation çıkıyor
karşımıza” diyor. Bende şaşıyorum, ilgilenmem lazım herhalde...
Esra: Seslendirme yaptığınız dönemlerde karşılaştığınız sorunlar var mıydı?
Hayır, ücretlerin az olması dışında, pek birşey yoktu. Fakat benim esas bırakmamın nedeni
sigara içilmesiydi. Televizyonda çok ağırlıklı çalışmalarım başlamıştı, tiyatroda çok ağırdı. O
nedenle bırakmak zorunda kaldım. Onun dışında seslendirme dediğimize göre; otuz yıla yakın
arkası yarınlar ve radyo tiyatrosu yaptım. Hatta puanlarım emekliliğime işledi. Radyo
tiyatrosu gururla anlatacağım birşeydir. Bütün klasikleri oynadık. Mesela Racine’in
Andromak’ını oynadım. Durmadan arkası yarınlar, durmadan radyo tiyatroları, çocuk
tiyatroları oynardık. Sürekli biz radyodaydık. Giderdik bazen sabahları, bazen provalarımıza
göre ayarlanırdı öğleden sonraları, genellikle pazartesileri de olurdu. O kadar detayları
hatırlamıyorum ama otuz yıla yakın sürekli radyo tiyatrosu yaptık. Bazen romanlar okuduk.
Mesela Ayla Algan ile bir oyun oynadık: O ölümü temsil
ediyordu bende yaşlı bir kadını.. İnanır mısınız ertesi gün
müydü neydi, Mahmutpaşa’ya gittim. Sultanhamam’da bir
takım konfeksiyoncular vardı, beni içeri davet ettiler; “Size
çay kahve ısmarlamak istiyoruz” Neden? “Dün gece sizin
piyesinizi dinledik, tüylerimiz ürpererek” dedi. Ayla Algan ile iki
kişilik bir oyundu. Yani radyo çok zevkliydi. Görmediğiniz bir karakteri seslendiriyorsunuz.
Bence radyo tiyatroları, arkası yarınlar seslendirmeden çok daha önemliydi. Önceden teksti
alıyorsunuz, kırmızıyla çizerdim rolün altını. Ayla Algan ölümü temsil ediyordu, bende yaşlı
bir kadını; o korkuyu düşünün. Nasıl vereceksiniz mikrofonda?
Esra: Görüntü yok, ekranda kimseyi görmeden yapıyordunuz.
Evet yalnızca sesle ve Sultanhamam’da bir konfeksiyoncunun “Ani Hanım lütfen içeri
buyurun, size bir çay ısmarlayayım” demesi beni gururlandırmıştı... Esas gurur duyduğum ve
sonradan da artık yorulmaya başladığım ve televizyon işi çoğalınca, artık radyo tiyatrolarını
da bıraktım. Zaten radyo tiyatroları şimdi çok az alınıyor galiba, çünkü biliyorsunuz
televizyonda dizi furyası var.
Kerem: Yok gibi diyebiliriz, bazı radyolar haricinde kalmadı.
Yunan klasiklerini oynadık. Bir keresinde Datça’da gece balkonda oturuyorum radyodan
sesimi duydum; bir Yunan klasiği oynuyormuşuz. Onları oynamak çok zor yani. Çünkü uzun
uzun tiradlar var. Monoton olmadan o edaları vermek zor iş.. Tek isteğim, benim gibi düşünen
sanatçılar yetişsin. Gerçi çok iyi sanatçılar var. Örneğin, bunu söyleyim de yazın; Doğumgünü
partisine gittim, Cem Davran, Jülide Kural, Özge Borak, Yıldıray Şahinler aynı zamanda
yönetmiş. Müthiş bir oyundu. Olmaz böyle perfomans, mutlaka görmelisiniz. Onları görünce
kuliste bir saat onları lafa tuttum, çok güzel bir oyundu.
Kerem: Yalnız seslendirme işiyle sanatçı geçimini sağlayabilir mi?
Sağlar. Radyo ile değil ama dublajla sağlar. Bizim zamanımızda ücretleri azdı. Şimdi
sanıyorum daha bir iyi duruma getirildi. Bu şekilde yaşayan ve geçinen çok insan var. Dublaj
sanatçısı olan da var fakat çoğunluk tiyatro kökenli, tiyatrocu olanlar giderler seslendirmeye.
Bununla yaşayan çok insan var ve memnunlar.. Sigara çok içiliyordu. O zaman öyleydi. Ben
çok erken bıraktım. Hep içiyorlardı, devamlı sigara dumanı altındaydık. Ben ona
dayanamadım. Yoksa istediğim kadar dublaj yapabilirdim.
Kerem: Radyoda böyle bir problem yoktu değil mi?
Asla. Stüdyolarda vardı. Yani giriyorsunuz kapıdan. Camın arkasından konuşuyorsnuz sonra
bakıyorsunuz kadınlı erkekli herkesin elinde sigara. Ben ona dayanamadım. Esasen Trt’de
dizilere geçmiştim. Bu durumdan dolayı oraya zamanım kalmamıştı. Esas seslendirmede sizi
mutlu edecek bir şey söyleyemiyorum ama en güzel şey radyo tiyatrolarıydı. O da bir nevi
seslendirme ve bence çok daha farklı. Hiç görmediğiniz bir karakteri canlandırıyorsunuz.
Aynen tiyatro gibi. Orda görüntünüz yok ama sesinizle o görüntüyü tamamlıyorsunuz.
Aksiyonu, duyguları veriyorsunuz. Mesela Tomris Oğuzalp’ı çok beğeniyorum. Şimdi
rahatsız biliyorsunuz. Aslında onunla da röportaj yapsanız ne kadar güzel olur... Ender Akışık
vardı. O da rahmetli oldu. Çok severdim onun radyo tiyatrolarını. Ben nefesimi kesip
dinlerdim. Bu yani ilginç bir şey, tiyatronun yarısı demek. Çok ilginç ve kolay olmayan bir
şey. Severdik radyo tiyatrolarını. Hep giderdik senelerce. Hatta emekli olduğumda bir baktım
puanlar gelmiş. Ne olursa olsun devlet yeri olduğundan emekliliğime puanlar gelmiş. Çok
ilginç gelmişti bana..
Esra: Seslendirme projesi gelse yapmak ister misiniz?
Bir kere hevesimi alayım diye yaparım. Şunu açıklamak zorundayım ki, çok yorgunum fakat
dizi çalışabiliyorum. Oynuyorsunuz bitiyor. Bir varlık o. Radyo tiyatrosunu da yapmak
isterim bir kere ama bir kere. Ama dizilerde farklı bir hayat oluyor. İnsanların içindesiniz,
yaşayan bir işin içindesiniz. Etrafınızda bilmiyorum, ben en ufak bir şeyden mutlu olan
insanım. Her yerde gülmeler, espriler, orada bir yaşam var. Arkadaşlarla birlikte olmak, orada
çıkıp oyunu oynamak. Dizilere devam edebilirim ama tiyatro yapmam. İçimde gitmiyor değil,
ama o sahneye birkaç kere çıktım da.. Hatta Muhsin Ertuğrul sahnesinin açılışına
Başbakan’da gelmişti sahneye çıktık kurdele kestik. İçim titredi, kolay değil. Bütün hayatımı
verdim. Hiç nefes almadan oynadım. Mutluyum, mesela bakın bugün hatırlanıyorum; ne
kadar güzel bir şey. Çünkü hiç popülist olmadım, medyatik olmadım. Hep gerilerde kaldım.
İşimi iyi yapmaya çalıştım. Sadece görevim, bana verilen rollerin hakkını verebilmekti,
verebildimse ne mutlu ama hiçbir zaman bundan istifade etmedim. Fakat diziler hoşuma
gidiyor, inşallah yenisi de gelir ve çalışırım. En çok üzüldüğüm de
televizyonda Keşanlı Ali’yi oynuyorlar, orada benim rolüm
Madam Olga’yı bana vermiyorlar. Yaşlı bulmuşlar beni daha
genç birini oynatmışlar. Halbuki ben onu oynadığım zaman
1963/64 filan çok gençtim ve çok da inceydim. Biraz
kompozisyon yapalım diye bir kravat taktım, bir erkek bluzu
giydim, gözlük taktım, başıma bir bandaj filan koydum.
Değişik bir tip olsun istedim, çünkü çok gençtim Yani aslında
burada da olabilirdi ama tabi televizyoncuların, yapımcıların
tercihi oluyor. Rollere başka bir nosyon başka bir kavram
getirmek istiyorlar galiba. O yüzden daha genç birini tercih
etmişler. Diziyi seyretmedim ama Haldun Bey’in yazmış olduğu herşey şaheserdir.
Haldun Bey’in ne hakkı ödenir ne de yerine birisi gelir. Yazmış olduğu Keşanlı Ali Destanı
zaten sokakta bile oynasanız, en büyük başarıya ulaşabilecek bir eserdir. Bütün Avrupa’da
oynanmıştır.
Kerem: Şehir Tiyatrolarında da hep kapalı gişe oynamıştır.
En son gene oynadık. Ferhan Şensoy sahneye koydu ve ben yine Madam Olga’yı oynadım.
Zeliha Berksoy’da oynamıştı. Dizilerde tiyatronun havası olmuyor. Haldun Bey’in yazmış
olduğu bir şey için nerede gerçekleşirse gerçekleşsin; onun o dili bile müthiş bir şey, yani onu
ben anlatamam size. O sahnede öyle espriler var ki konuşur gibi söylerdin beş dakika alkışla
Zeliha Berksoy bekliyordu: “O açılacak, sen kapanacaksın” diyordu. Şimdi benim sadece
söylemek istediğim şu; dizi olduğu zamanda güzel olabilir, olmuştur ben pek izleyemiyorum
ancak tiyatronun tadı başka. Biz onun tiyatrosunu kapalı gişe iki kere oynadığımız için kaç
sene arayla, tabi ki tiyatronun yeri bambaşka. Çok da güzel anıları var bende. Mesela
uygarlık/civilisation şarkısının bestekarı Yalçın Tura’dır. Uygarlık şarkısını son gece getirdi,
ertesi gün genel prova var ve ertesi günde premiere var. Ne yapacağız? Rahmetli Carlo
Capocelli vardı maestromuz. Çetin melodikayla gece sabaha kadar bana şarkıyı çaldı, ben
söyledim o çaldı. Ertesi gün genel provada maestro dedi ki: “Ben Ani’yi çalıştıracağım” Onun
şarkısı son dakika geldi. Beni çalıştırdı, genel prova yaptık. Ertesi günde premiere yaptık.
Şarkı bir şaheser; Blues gibi yazmış Yalçın Tura. O kadar güzel ki yani, çoğu kez tekrarladık
biz onu. Rahmetli Haldun Bey’de “Bu şarkıyı senin gibi kimse söyleyemez Aniciğim”
demişti. Bu söz zaten bana dünyanın en büyük hediyesi. Keşanlı Ali için diyebileceğim tek
şey; klasik bir baş yapıt.
Esra: Seslendirme konusunda yeni yetişecek sanatçılar tavsiyeleriniz nelerdir?
Benden çok daha ustalar var tavsiye verecek. Ben yaptığım kadarı ile bir kere
sigara içmesinler, ikincisi kondisyonlarını muhafaza etsinler,
çünkü seslendirme ses ve nefes alma, diyafram meselesidir.
Bunlara çok dikkat etsinler. Bir de seslendirdikleri rolün nasıl
bir karakter olduğunu kavradıktan sonra seslendirmeye öyle
girsinler. O zaman her rolü ayrı ayrı oynamış olurlar. Çünkü
seslendirme öyle bir şey ki, aynı sesle kırk tane insan konuşuyorsunuz. Öyle değil mi, öyle.
Onları ayrı ayrı konuştuğunuz taktirde, sizin sesiniz ‘a ben bunu biliyorum, bunu
konuşuyordu’yu bile hissettirmez. Ayrı bir karakarteri ayrı ses tonuyla konuştuğunuz zaman.
Dediğim gibi birincisi sağlığını korumak, ikincisi seslendireceği karakteri tanımak, bilmek
ona göre bir ses tonu bulmak. Bu da bir nevi oyunculuk, ses oyunculuğu; yani sesiyle
oynuyor.
Kerem: Dünya Kadınlar Günü için söylemek istedikleriniz...
Kadınlar en kıymetli varlıklarımız değil mi? Analarımız bir kadın, bacılarımız, eşlerimiz
kadın.. Kadının olmadığı yerde bence ne renk ne hayat ne de güzellik vardır? Yaşamın tadı
kadın bence ve kadınlarımız da, Anadolu kadınlarımızdan bu yana çok vefakar ve cefakardırlar.
Kadınlarımızın kıymeti bilinsin isterim.
Film Arası sinema dergisi Mart sayısında yayınlanmıştır.