Takipte olduğum en iyi spor blogu


Billabong Kemal


Çok sevdiği ve baştan sona bilmediği bir parçayı; hep Ahmet Kaya’dan dinlediği ‘Beni Bul Anne’ şarkısını mırıldanarak yürüyordu. Ardında taşıdığı araba iyiden iyiye ağırlaşmaya başlamıştı. Hala daha partiye giderken ne giyeceğine karar verememişti. Her seferinde boynu bükük geçtiği Tophane’de ki nargile kafelerin önünde durup, bu kez boynunu kaldırıp içeriye baktı.  Partide neler yapılır merak etmiyor değildi. Hep merak etmişti, ama zalim dünya onun eğlenmesini değil, eğleneni izlemesini de istemiyordu. Bunun verdiği mahcubiyetle boynu büküktü. Ezgindi, yılgındı, fakat akşam ki partiyi kaçırmak istemiyordu. İstekliydi.


       Deniz kıyısından yürüdükçe rüzgarın şiddetini fazlaca hissediyor, üşüyordu. Onun da her çocuk gibi hayalleri vardı; en çok annesini bulmak istiyordu. Kaçtığına pişmandı, bir de cep telefonu olsun istiyordu. Annesini bol bol arardı, tabii kontörünün olduğu zamanlarda.. Yönünü Çukurcuma’ya doğru çevirdi. Yokuşu tırmanmak, ardındaki arabanın ağırlığıyla zorlaşacaktı. Firuzağa’dan direk Galatasaray’a çıkacak, Sebati’nin kahvesinde soluklanacak, sigara ve çay içecek sonra da evine, Tarlabaşı’na geçecekti. Firuzağa yokuşunu tırmanırken; sol tarafta bulunan yaşlı binaların birinin önünde yan yana duran kutular gözüne ilişti, oraya yöneldi. Kutuların üstünde: “Sebil-Kullanmadığınız giysileri buraya atınız.” yazıyordu.  İçinden bir pantolon çıkartıp, alıcı gözüyle inceledi, sonra kazağa ve de tişörtlere baktı. Akabinde kendi sağına soluna bakındı: giysileri direk arabanın üstündeki çuvalın içine koydu. Hiç arkasına bakmadan, yoluna devam etti.

       Galatasaray’a ulaştığında, bitmek üzere olan bir mitinge rast geldi. “Tükenmedi şu mitingleriz, bi yorulmir, bıkmirsiniz be abicim? Hep boşu boşuna eylersiz!.. Yere fazla kâğıt atsaz iyi olur.” diye kendine söylendi. Kimse duymuyor, görmüyordu onu.. Yerdeki kâğıtların gözüne kestirdiği bir kaçını toparlayıp çuvalın içine attı. Ardında arabası yürümeye devam etti. Sebati’nin kahvesine vardı, arabasını kenara dayadı. Kahveci çırağı, çatık kaşlarıyla yaklaştı:

-             Buraya bırakma arabayı kardeş!..

            Kemal ezgin ve yılgın ses tonuyla cevap verdi:

-          Sebati abi beni taniyir abi, bir sigara bir çay içip gidirem!.

            Sebati lütfedip, kasadan doğruldu:

-       Bilal, dokunma ona, büyük bardakta üç şekerli çay, bir de sigara ver. Light verme sakın, tadını beğenmiyor.

Bilal, ustasının emirlerini yerine getirdi. Dirseklerini dizlerine dayamış vaziyette, taburede oturan Kemal’e sigarayı uzattı ve yaktı. Bardağı da kepenk kilitlerinin yanına bırakırken; bir şeyler söylemek istermişçesine Kemal’in yüzüne baktı:

-          Buyur kardeşim. Soğutmadan içiver.
-          Yeni başlamış olacan, o yüzden beni tanımirsen hemi.
-          Evet kardeş.
-          Olsun, varol. Çayda kaç şeker var?
-          Üç.
-          Tamam. Sende sigara içirsen mi?
-          Orucum ben kardeş. Yaş kaç?
-          On üç..

          Bilal, Kemal’in yaşına ve duvara dayadığı arabaya baktı. Kendi işinin ne kadar rahat olduğunu düşündü: “Hadi afiyet olsun.” diyip, içeriye girdi. Kemal bardağı kucağına alıp, karıştırmaya başladı. Sigarasını hızlıca içine çekti ve genzine kaçan dumanı öksürmeye başladı. Gözleri, karşı kaldırımda yürüyen ve hallerinden turist olduklarını varsaydığı kız ile erkeğe takılı kaldı bir süre; erkek olanın giyimini dikkatle inceledi. Akşam ki partiyi düşünmeye başladı: “Keşke bu geçen erkek turist gibi giyinip gidebilsem.” Diye içinden geçirdi. Aklına çuvalın içine aldığı giysiler geldi ve çayını bitirmeden eve gitmek üzere kalktı, yoluna devam etti. Güneş yavaş yavaş yerini terk edip, gökyüzünü karanlığa teslim etmeye başlamıştı. Kemal evin sokağına vardı. Büyük varilden bozma teneke kapıyı, tekmeleyerek açtı. Arabasını içeriye alıp, giysileri çıkarttı. Özenle serdiği gazetenin üstüne koydu. Önce tişörtü giyip, üzerindeki pantolonla denedi. Boy aynası olsa; nasıl göründüğüne bakabilirdi, maalesef yoktu. Ev arkadaşı ağabeylerinden birinin tıraş aynasını, duvarın dibine koyarak baktı; gayet güzel olmuştu. Yalnız ayakkabıları sırıtıyordu. Akşam ki partiyi düşündü yine.. üzüldü. Eğildi çeşmeye, elini yüzünü yıkadı, saçlarını taradı. Ayakkabılarını da süngerle sildi. Tekrar aynadan kendine baktı, ayakkabılar yıkanınca pek de fena olmamıştı. Bir de yeni getirdiği pantolonu denedi, bunu üzerindekinden daha çok beğendi. Partiye böyle gitmesi gerektiğine karar verdi.


            Karanlık iyice bastırmıştı, saati yoktu. Yalnız, partinin saat sekize çeyrek kala başlayacağını ve nerede yapılacağını biliyordu. Yola koyuldu, rast geldiği birisine sorarak öğrenebilirdi ne de olsa. İlk karşılaştığı yaşlı bey, saatin henüz yedi olduğunu söyledi Kemal’e. Şişhane’ye kadar on beş dakikalık yürüme yolu mesafesi vardı. Arabaların geçerken yarattığı rüzgarı hissediyordu. Köprüyü bitirir bitirmez, hamamın yanından karşı yola geçti. Karaköy meydan yönüne doğru yürümeye başladı. Açık otoparka yaklaştığında biriken kalabalığı gördü. Aralarında arkadaşları da vardı. Partinin yapılacağı mekân burasıydı. Arkadaşlarının yanında sıraya girdi. Giydiği tişörtün üzerinde ‘Billabong’ yazısı olduğundan, arkadaşları  “bilabong yukarı, bilabong aşağı” diye onunla alay etmeye başladılar. O partiden sonra lakabı ‘Billabong Kemal’ olarak anılmaya başladı. Billabong’un manasını ne kendi ne de arkadaşları arasında bilen yoktu, fakat muzdarip değildi. Zaten hemen hemen bütün arkadaşlarının birer lakabı vardı. “Akşam parti var Kemal..” diye kandırıldığı için biraz buruktu, neticede henüz ergenlik dönemine girmiş on üç yaşında bir çocuktu. Ama o ve onun gibi yaşayanlar için, iftar çadırı dahi parti alanı sayılırdı.

Yazım: 15.11.009